10 Aralık 2015 Perşembe

yirmi dokuz sıfır dokuz bin dokuz yüz doksan

Kış geliyor huzursuzluğunu sakince karşıladığımı dört bir yana duyurmaya çalıştığım bordo ojelerimin uçları çıkmış. Sen gittiğinden beri bu konuda pek de iyi değilim zaten, farkındayım. Eski bir sevgilinin dediği gibi, umursamazım ve bu hoş değil. Böyle şeylerden hoşlanmazdı rahmetli, bilirsin. Onu o kadar sevmiş olmana ve hala özlemene şaşırıyorum sık sık.  Sana da, bana da olağan hissettirmeyen bir yanı var bağ kurabilmiş olmamızın.

Oje sürmek senin için kendini yenilemeye eş değer, hissettiklerini temize çekmek ve içsel değerlendirmeler sonucu ulaştığın yeni mevkiyi cümle aleme duyurmak. Ojenin markasına ve o günkü hovardalığına göre değişen uzunlukta bir dayanıklılık, buna bağlı olarak da yenisi gelene kadar mevcudu stabil tutma kararlılığı. Sonrasında neredeye ritüele dönüşen bir ucuz yollu zümrüdü anka ferahlığı. Kaliteli bir asetonun da 40 tas su dökünüp arınmaya benzer bir illüzyonu var.

Kendini dinlemeye bayılıyorsun. French mi yapsan uçlarını? Ojeni sürdükten sonra anneni ara bir de. Yeni bölüm dizi mi açsan? Bir sigara yak sen en iyisi, belki de birileri seni yine de seviyordur. Gidişatını travmatik boyutlarda etkileyemeyeceğin olaylara takılıp kalmanın babanla ilgili olduğunu konuşmuştuk. Biliyorum, suçu babalara yıkmak kolaycılık gibi geldi kulağına ama değil, sadece nadir görülen bir kadercilik, biraz da ironiye saygı duruşu. Milyonlarca Katolik, içten içe oğluna bu kadar acımasız davranan tanrı’ya içerlerken, onlara gizliden gizliye kıskançlıkla bakan benim babaları aklamam pek de hoş olmaz.

Nasıl buluyorsun bu yıl kendini? Bana sorarsan yıllar önce nasılsan öylesin gene. Göğsündeki ruh bilimsel saatten de bahsetmek istiyorum lafın burasında ancak bir mektuba yetecek kadar Tomris Uyar düşündüm, uzatmanın manası yok. Gündökümü tırnaklarına en çok yakışan renk, manasızca naif ve dramatik, sanırım gerçek olmadığından.

Beni ne kadar sevdiğini söyle, o da söylesin, bir diğeri o kadar da sevmiyordu, kırıldım, halledebilirim, emin değilim. Gerginlik had safhada, kırık yerlerine benzeyen, bereli baş parmağına bulaştırdın ojeyi. Dokunsalar ağlarsın, kötü şeyler hep senin başına geliyor. Sabah erken kalkamadın, kalksan da yapacak çok şeyin yoktu zaten. Daha vakit var ama, bir kahve koysan, sakin kafayla bir daha düşünsen, banyodan bir kulak pamuğu alıp asetonla ıslatsan, ojenin taşan yerlerini silsen, sakinleşsen. Sigara yakıp beni ararsın sonra, birbirimizi biraz anlarız.








17 Ekim 2014 Cuma

Yanına ayran da ister misiniz?

Orta şekerli iki türk kahvesi, yarım ağızla özür dileme, birbirinin yanak uçlarında gülümseyen iki kişinin ağızlarının hemen kenarından sessizce ve sanki hiç orada olmamışcasına kayboluveren kibir, affediştir. Ne kadar yüksekten gittiğini fark etmeyen itirazın hızı, yüksek tavanlı odalarda çınlayan kahkahalarda yoktur. Bir anda parlamanın görkemi ise, tam masadan kalkarken kaçan çorabın o günü mahvedişinin gerisindedir.

Görecelilikler, kahkahalar, gülümsemeler ve kaçan çoraplar arasında bugün, beni iki kere bozdular. Dededen kalma saatin zembereğini kurmayı, çaydanlığın altını kapatmayı, ütüyü fişten çekmeyi, özel günleri önemseyen arkadaşın doğum gününü kutlamayı unuttular. İlkinde, uzun ve çocukluğumu hatırlatan bir caddede yürürken omzuma dokunan el ve duyduğum "Pardon, sanırım atkınızı düşürdünüz?" gülümseyişiydim. İkincisi için caddenin sonuna kadar yürüdüm. Kendimi hikayenin kahramanı gibi hissettiğim ilk kitabı aldığım yerde dönerci açılmış, yarım ekmek 3 lira.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

İkinci yeni

Komşulardan birinin peynirli poğaça pişirdiği bu apartmanda oturmuyorum. Bu apartmanın aidatından sorumlu değilim ve ayakkabılarımı dışarıda bıraktığım için kimse zili çalıp da beni azarlamayacak. Merdivenleri çıkarken, kimseye kafamla selam verip de iyi akşamlar dilememe gerek yok. Merdiven boşluğuna zincirlenen bisikletlerden biri benim değil ve onu, kurallar dahilinde başka yere bağlamak zorunda değilim.

Kimsenin bana muharrem ayı bile olsa aşure vermeyeceği bu apartmanın en üst katında biraz dinlenebilirim. Birinci köprüden tarihi yarımadanın açıklarına kadar her şeyi gözden geçirmem mümkün bu çatı katında. Bir bira açabilirim ya da istersem bir kadeh şarap koyabilirim. Hayır, kahve yapmak ya da çay demlemekle ilgilenmiyorum. Güneş aynı anda benim, avrupa yakasının, boğazın ve anadolu yakasından muasır medeniyetler seviyesine açılmak için koşan sokakların üzerinde parlarken, kafamın gereğinden fazla ayık olması sıkıcı olurdu.

Kapıyı çalsalar da açmayacağım komşulardan görece azade olan balkonunun demirlerine ayaklarımı uzatıyorum. Yan taraftaki saksıyı mesken eylemiş sardunyalar misafirliğimden biraz rahatsız ama onları görmezden gelebilirim. Önümde uzanan manzaraya bakıyorum. Evler, deniz, iş yerleri, gökyüzü, tarihi mekanlar, ağaçlar, baz istasyonları, martılar, dükkanlar, tekneler, genelevler, teknelerin bıraktığı izler. Hiçbir hareketin olmadığı bu manzarada kaç kişiyi tanıdığımı düşünüyorum. Duran ve beni önümdeki kitabı okumaya teşvik eden manzaranın kaç kişiyi barındırdığını. Önümdeki görüntü hiç hareket etmiyor.

Galata Kulesi'nin dibinde bir adam, sevgilisine daha içten gülümsemesini söylüyor, kollarını daha da açarak ve belki kuleye biraz daha yakın. Benim eski sevgilim ve onun kuleye daha yakın duran sevgilisi. Duran manzaranın içerisinde sevgililer hareket ediyor. Eski ve yeni. Martılar uçuyor.

Beşiktaş çarşısına açılan sokaklardan birine esen pencerelerden birinde bir kadın, prezervatifin kabını bir türlü yırtamayan adama gülümseyerek bakıyor. Kabın bir türlü açılamamasının ve onun yarattığı artan heyecanın farkında bir kadın. Benim eski sevgilim ve onun elinde olmayan sebeplerden hazzı erteleyen sevgilisi. Belki değil. Duran manzaranın içerisinde sevgililer hareket ediyor. Eski ve yeni. Şehir hatları hala çalışmakta.

Önündeki sehpanın gizemini karşısındaki kadının ayak parmaklarına bakarak çözmeye çalışıyor bir adam Kabataş'ta, ama sehpadaki kahve soğudu. Kahveyi soğutana ve serçe parmağın hemen yanında başlayarak ayak tabanının bilinmez bir noktasına kadar uzayan o kabartıya bakarak geçen saatlerde konuştuklarını hatırlamıyor. Benim eski sevgilim ve onun güzel ama ilginç ayaklı sevgilisi. Duran manzaranın içerisinde sevgililer hareket ediyor. Eski ve yeni. Evin önündeki ıhlamur ağacının dalları hışırdıyor.

Meydana az kalmış sokaklardan birinde bir kadın, kendinden çok önce ama sonra yaşamış bir kadından bahsediyor. Anlaşılmadığından en az bahsettiği kadının adı kadar emin. Anlamayan adamın suratındaki anlamamayı sahiplenen gülümsemeyi ve o gülümsemenin sahiplenişini izliyor. Benim eski sevgilim ve onun hiçbir zaman anlamayacak ama bunu kabul etmeyecek sevgilisi. Duran manzaranın içerisinde sevgililer hareket ediyor. Eski ve yeni. Haliç'in üzerinde bir helikopter alacaklısını bekliyor.

Bütün eski ve yeni sevgilileri gören evin balkonunda bir adam, ensesinde dövme olan bir kadına sarılıyor. Uzun ama ince olmayı bir o kadar reddeden enseye değen dudakları tedirgin. Ne kadar uzun zamandır o enseye ve dövmeye değen hücrelerden nefret ettiğini unutmaya çalışıyor. Benim yeni sevgilim ve onun özgürlük isteyen eski sevgilisi. Duran manzaranın içerisinde sevgililer hareket ediyor. Eski ve yeni. Güneş batıyor.

Komşulardan birinin peynirli poğaça pişirdiği bu apartmana ait değilim. Eski ve yeni sevgililerim buraya ait değil. Sardunyalara su vererek varlığımın yarattığı rahatsızlığı biraz da olsa hafifletebilirim. Ne de olsa aidat ödemek zorunda değilim, artık buradan gidebilirim. Peynirli poğaçayı da hiç sevmem.

16 Haziran 2014 Pazartesi

E üzerine dondurma damlatmışsın

Elif dondurmayı hep aynı tarafından yalıyor. O anda o kadar çok dondurma yemek istiyor ki, yok yok, Elif aslında o kadar çok ve o kadar HEP dondurma yemek istiyor ki, kakaolu dondurmanın külahın görünmeyen kısmından parmaklarına doğru kıvrımlı ve de 30 derecede yıkayınca çıkmayan yolculuklara başladığını fark etmiyor. (Tabii ki yanında peçetesi yok.) 

Canın dondurma isteyince yiyebilmek, güzel; boğazının şişebileceğini anın zevkine dahil etmek, eğlenceli; o anda hayatında pazar kahvaltısı, kumsalda bira, gerçeğine uygun kumru dışında isteklerin olmasına rağmen aklına gelen mutluluğu iştahla mideye indirebilmek, işte o biraz hüzünlü. (Hayatın tadı biraz tuzlu diye battaniyelerle arkadaşlık yapamaz, Elif zayıf bir kadın değil.)  

7 Haziran 2014 Cumartesi

Bi' de evde yalnız

Bazı kadınlar çok kadın. Onların tırnağı kırılıyor, çorabı bir yere takılıyor ya da sık sık gözlerine bir şey kaçıyor. Rujunu tazelerken rahat etmesi için birinin Esma'nın çantasını tutması gerekiyor. Figen kendisini iş çıkışı kahve içmeye çağıran iş arkadaşının tekliflerinden rahatsız oluyor ama yeni aldığı eteği direktörünün ilgisini çektiği için çok mutlu. Ece'nin o saatte o ıssız sokaktan tek başına geçmesini kabullenemeyen erkeklerin hepsi çok centilmen.

Ada ise organik yiyeceklere hevesleniyor. Bir gün ofiste bunalmışken iş çıkışı pazara gitmeye karar veriyor, kilolarca çilek alıyor. (Eve kendisi taşıyabilir, Ada'nın kimsenin yardımına ihtiyacı yok.) Sonra internetten bulduğu tarife uygun olarak şekersiz reçelini yapmaya başlıyor ama telefon çalıyor, banyonun musluğu akıtıyor, üst kat komşu aidatı istemek için geliyor, reçel köpürerek bütün ocağı kaplıyor ve mutfağın en stratejik köşesinde kendi krallığını ilan ediyor. (Bütün mutfak battı, parası ve vakti boşa gitti diye ağlayamaz, Ada zayıf bir kadın değil.)

Bazı kadınlar çok çocuk. Onların elinden tutmak gerekiyor, üşüdüklerinde omuzlarına blazer ceketi yerleştirivermek delikanlılığın cep kitabındaki ilk on maddeden biri. Seda'nın ona sahip çıkacak adam gibi bir adama ihtiyacı var. Buluşmalara geç kalınması Derya'yı çok rahatsız ediyor. Özlem o kadar da güçlü olmadığı için turşu kavanozunu açamıyor.

Bu akşam dışarı çıktıktan sonra bir hafta boyunca makarna yiyecek olmak Deniz'in umrumda değil. Sadece biraz eğlenmek istiyor. Hesap masaya geldiğinde havada uçuşan "ben hallederim"lere rağmen limit bitimine hızla yaklaşan kredi kartını garsona uzatıyor. (Hesap ödetmekten hoşlanmaz, Deniz erkeklerin kendilerini "zorunda" hissetmelerini saçma buluyor.) Dönüşte dolmuştan eve kadar yürüyor. Daha fazla para harcamamak istediğinden değil sadece, ıhlamur kokusu hoşuna gidiyor. Biraz mezarlık biraz da yaz akşamı kokuyor sokaklar. Yanından geçen araba kornaya basıyor, bir diğeri hızını iyice düşürüp gideceği yere kadar bırakmayı teklif ediyor ağzını yayarak, arkasından sürekli ayak sesleri geliyor. (Kendini güvensiz hissetti, eve kadar koşmak zorunda kaldı diye ağlayamaz, Deniz zayıf bir kadın değil.)

Bazı kadınlar çok dekor. Onların sergilendiği dükkana girince dikkatli olmak lazım çünkü duvarda, "Kırılan ürünlerden müşterilerimiz sorumludur" yazıyor. Lale'nin indirimdeki o kazağı illa alması lazım, pazar kahvaltısında en az üç kez "o" kazaktan bahsediyor. Pelin'in regl dönemi onu canından bezdiriyor, İskoç battaniye altında sıcak çikolata içmeden ağrısı geçmiyor. İlişkiyi heyecanlı tutmak Mine'nin işi, ay dönümlerinde Emre Can'ı içinden jartiyerler geçen büyük sürprizler bekliyor.

İdil'in ilişkileri başlıyor ve bitiyor. Yardıma ihtiyacı olduğunu hissettirmek konusunda o kadar da başarılı olmadığından olsa gerek, bir ilişki bittiğinde kimse İdil'in canının yandığına inanmıyor. Güçlü olanların hoyratça davranılmasına daha dayanıklı olduğunu düşünenlerin cirit attığı bir dünyada yaşadığından, bunları artık o kadar da umursamıyor. (Terk edildi diye ağlayacak kadın değil İdil, hem zaten hayat devam ediyor.) Hayatına girerken kahkaha atan, içtenlikle gülümseyenlerin şimdi nasıl da umursamaz olduğunu fark edince içi buruluyor. İçtiği dördüncü cin tonikten sonra kendisini hiçbir zaman güvende hissedemeyeceğini düşününce biraz dalgalanıyor. Nerede olduğunu bilmediği eve gitmek isterken başı dönüyor, banyo kapısına ayağı çarpıyor. (Eve giden yolu bulamadığı için ağlayamaz, İdil zayıf bir kadın değil.)

Bazı kadınlar hep varlar. Onlar önden geçsin diye birileri kapıyı tutuyor, incinmesinler diye kötü haberi geciktiriyor. Onların alt dudakları sarkıyor, gözleri dolu dolu oluyor, elleri de hep üşüyor. Diğer kadınlar da buralarda bir yerdeler. Motordan inerken ellerinin tutmasına ihtiyaçları yok, kötü haberin o kadar kötü olduğuna da kimse inanmıyor. Onlar da alt dudaklarını ısırıp ellerini ceplerine sokuyor. Bazı kadınlardan olmadıkları için ağlayamazlar, zayıf da değiller zaten.



11 Mayıs 2014 Pazar

Korkma sadece toprağa gideceksin...

Şimdi sen ölsen. Evet, hemen şimdi ölsen. Demin çıktığın toplantıda, mutlu son isteyen patronun seninle ilgili ne düşündüğüne kafa yorarak merdivenlerden inerken ayağın kaysa, o öpmeyi en sevdiğim yerini kafanın basamağa çarpsan, bütün bulmacalar yerlere saçılsa.

Ya da yarın, havaalanından gelirken mesela. Orhan Abi'nin aklı duraktan çıkarken gördüğü o incecik ve tabii ki bembeyaz bileğe takılsa, fark etmese karşı şeritteki yeni evli çiftin yeni çıktığı filmi hararetle tartışırken yaptığı o hatalı sollamayı. Biz o filme hiç gidemesek.


Her pazar yaptığın gibi uzun bir yürüyüşe çıksan. İçine çektiğin oksijeni bol havayla birlikte ciğerlerin de inansa günde bir paket sigaranın insanı öldürmeyeceğine. Birkaç hafta önce keşfettiğin ağacın dibinde bir sigara içmeyi geçirsen aklından, haftaya gelirken termosa kahve koymayı not etsen. Sonra, kalbinin aldığı ani bir kararla yere düşsen, bulutları izlemeye başlasan. Bana yakın bütün termoslardaki kahveler soğusa.


Geceleri uyurken elimin yakınlarında güvende hissettiği lekeyi bir doktora göstermeye karar versen. O da sana, hımmm, dese; patolojiye bir gönderelim. Gözümüzün görmediği dalga boylarındaki ışınlara, seninle konuşmasından bile hoşlanmayacağın insanların seni kesip biçmesine maruz kalsak. Bütün sıkıntıların başlangıcı olan o leke artık olmasa.


Şimdi sen ölsen, en son bana haber verirler. Zaten ben cenazelerde hiç iyi değilimdir, ailenin diğer kadınları gibi ahenkli ağlayamam. Kimse bana taziyede bulunulması gerektiğini bile bilmez. Dedemin cenazesinde, "ahh canım" demiş uzaktan yengelere, "pardon, siz kimdiniz" bakışı atmış insanım ben. Senin, "ben sadece bu değilim" dediğin bütün hücrelerini gömerken birileri cenazeye gitsem, herkes bana "
pardon, siz kimdiniz" bakışı atar, cenazelerde kötü muameleye maruz kalmış bütün uzaktan yengelerin ahı çıkar. Kimse diyebilirim, arı olmayacak bir hiç kimse.

31 Mart 2014 Pazartesi

yaz saati uygulamasına geçilmiştir

Mutfak masasında porselen kasede duran elmalar içlerine çekildi, portakallar küflendi, daha fazla beklemeye dayanamadan fırından çıkardığım kestaneler de hala çiğdi. Hiçbiri umrumda değil, hepsi umrumda. Kış bitti, kar yağmadı. Kar yağmayınca, patron bugün eve erken gidin de yollarda telef olmayın demedi. İş gibi okul da erken bitmedi, suratımızda üşüyen gülümsemelerle eve gelemedik. Gelirken yoldaki marketten hazır sahlep almadık. Evde zaten kimse kombiyi erkenden yakmamıştı, doğalgaz faturası lapa lapa yağmayan kardan daha fazla üşütüyordu. Mutfak penceresinde sebze çorbasının buğusu olmadı bu kış, kimse bir çorba için 8 ayrı sebzeyi pişirmekle uğraşmadı.

İçinde üç kişinin uyukladığı, dördünün muhabbet ettiği, birinin telefonla konuştuğu ama illaki herkesin bezgin olduğu otobüsü beklerken üşümüşlüğümüzü avuç içlerimize üfleyip de duraktaki teyzeyle konuşmadık. Aslında kar yağsa hem mikroplar kırılır hem de hava biraz yumuşar, demedi bize. Bu kış ne hava ne de biz yumuşamadık zaten, giderek katılaştık. Ayazdan ellerimiz çatladı, krem sürmeye üşendik. Annenin evden yolladığı koca kavanozdan turşu çıkarsak yanardı ellerimiz ama bu kış kuru fasulyenin yanına turşu çıkarmadık.

Salon daha sıcak oluyor diye kanepede yatmadık bu kış, zaten artık salon evin en soğuk yeri. Bak ben ısıttım banyoyu, sen de gir sıcağı kaçmadan demedi evdekiler, sabahın kör saatinde uykusuzluk üşümesiyle girdik duşa. Kendimizi halsiz hissedince Ankara'ya giderken yol üstündeki dinlenme tesislerinden çok sağlıklı olacağımızı düşünerek aldığımız bin bir çeşit otu demlemedik. İki haftada bir kavanoz neskafe bitirdik onun yerine, filtre kahve yapmaya üşenince de 3'ü 1 arada içtik kahveymiş gibi yapıp.

Bu yıl kar yağmadı, kış bitti. Saatler bir saat ileri alındı, artık daha geç kararıyor hava. Yaz boyunca hayat bilgisi dersinde anlatıldığı gibi kışa hazırlık yaptığımızı sanmıştık, olmadı. Kışı zor geçirdik, ağustos böceğiyle karıncanın hikayesine inanıp da rahat edeceğimizi sananlar yanıldılar. Kar topu oynayamayınca birbirimize küstük. Pencerenin önündeki mermerde biriken iki avuç karla minyatür kardan adam yaptık, hevesimizi alamadık. Tipi varken sahilde yürüyüş yapıp kanyak içmedik, el ele tutuşmadık, kanyak bulamayınca artık üretmediği için TEKEL'e sinirlenmeyi aklımıza bile getirmedik. Uzun yazdan sonra gelen kışa hazır değildik, döküldük.